Bozulan Aile Yapımız ve İstanbul Sözleşmesi

Bozulan Aile Yapımız

Ve İstanbul Sözleşmesi

Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve yaptırım gücü olan uluslararası bir sözleşmedir. İstanbul’da imzaya açıldığı için bu isimle anılmaktadır.

Kadına yönelik şiddet, ev içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye dair maddeler içeren İstanbul Sözleşmesi, imzaya açıldığı 11 Mayıs 2011 tarihinde Türkiye tarafından imzalandı, daha sonra da onaylanıp yürürlüğe girdi. Tabi bu sözleşme imzalanmadan önce bu konu kamuoyunda pek gündeme getirilmediği ve tartışmaya açılmadığı için, içeriği birçoğu tarafından pek bilinmiyor.

İstanbul Sözleşmesi hakkında gerek olumlu, gerekse olumsuz birçok şeyler söylendi ve hala da söylenmeye devam ediyor. Bunu savunanlar olduğu gibi milli ve manevi değerlerimize kesinlikle uymadığını, geleneksel aile yapımızı temelinden dinamitleyen ucûbe bir sözleşme olduğunu söyleyenler de var.

Aklımıza şu gelebilir; madem sözleşmede “kadına şiddetin önlenmesi” ile ilgili maddeler var, o halde niçin itiraz ediliyor?..

Çünkü sözleşmenin maddelerine tek tek bakılıp incelendiğinde, geleneksel aile yapısına zarar verecek bir takım sakıncaların söz konusu olduğu ve sözleşmenin önsözünde geçen “kadına şiddetin önlenmesi” ifadesinin ise pek de masum olmadığı göze çarpıyor.

Mesela; sözleşmede “aile içi şiddet” olarak tercüme edilen kısım, orijinal metinde “domestic violence / ev içi şiddet” olarak yer alıyor.

Sözleşme metninde geçen “partner” ifadesi ise, Türkçe’ye “aile” olarak çevrilmiş...

Dolayısıyla, “aynı ev”de birliktelik yaşayan “partnerler” arasındaki şiddet, sözleşmedeki “ev içi şiddet” kapsamına giriyor. Yani aile olmadığı halde (nikahsız) yaşayan kadın ve erkek, hatta erkek-erkeğe veya kadın-kadına birlikte çarpık ilişki yaşayanlar da bu kapsamda değerlendiriliyor. Böylece sözleşmede ısrarla “domestic violence / ev içi şiddet” kavramı kullanılarak, aileye mahsus birtakım özellikler, aile olmadan oluşturulmaya çalışılıyor.

Zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Homoseksüel ve Lezbiyen ilişkilerin aile yaşamının bir türü olduğunu, istikrarlı şekilde birlikte yaşayan hemcins çiftlerin de, “aile hayatı” kavramı içine girdiğini öteden beri söylüyor. Yani AİHM, biyolojik veya hukûkî olarak ailevi bir bağı olup olmadığına bakmadan, bu tür çarpık ilişki yaşayanları da “aile” olarak kabul ediyor ve “özel hayat” çerçevesinde saygı gösterilmesi gerektiğini ifade ediyor.

Dolayısıyla sözleşme, bu gibi hassasiyetleri dikkate almadan hepsini “aile” olarak kabul edip aynı çuvala koyuyor ve “ev içi şiddet” kapsamında tümünü güvence altına alıyor.

İşte sözleşmeye karşı çıkanlar bu noktada itiraz edip Avrupa tarafından dayatılan bu sözleşmeyle, ailesiz bir toplumun hukûki altyapısının hazırlandığını, sözleşmede “aile” kelimesine değil “partner” ifadesine yer verildiğini, bunun da LGBT bireylerin, halkın nezdinde normalleştirilmesi için yapıldığını iddia ediyorlar.

Nitekim ülkemizde de, İstanbul Sözleşmesi’nin hemen ardından eşcinsellerin önünü açan düzenlemeler yapıldı. LGBT Derneği’nin kurulmasına izin verildi. Ardından bu çarpık zihniyet yürüyüşler düzenleyerek Türk toplumunun yapısına aykırı olan, dışardan dayatılan bu tür sapıklığı yaymak için girişimlerde bulundu. Hatta o sıralar bundan cesaret alan iki kişinin, erkek erkeğe yaptığı sözümona evlilik, gazete ve televizyonlarda haber dahi oldu.

Yine, bu sözleşme sonrasında birçok okulda, lise düzeyinde pilot uygulama başlatıldı. “Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi” (ETCEP) başlığıyla seminerler verilip konferanslar düzenlendi.

Tabi “cinsiyet eşitliği” denilince, burada “hak eşitliği”nin kastedildiği zannedilebilir. Oysa bu proje kapsamında bazı eğitimcilerin, öğrencilere telkin ettikleri şeylerin çok daha farklı olduğu görüldü. Mesela denildi ki:

“Kız ya da erkek doğmak biyolojiktir (sizin elinizde olan bir şey değildir), kız ve erkek rollerini toplum size dayatıyor. Fakat siz istediğiniz cinsiyeti kendi özgür iradenizle seçebilirsiniz.”

Bu tür söylemlerin çocuklara eşcinselliği aşıladığı gerekçisiyle, projeye itirazlar yükseldi ve toplumun her kesiminden ETCEP etkinliklerine büyük tepki gösterildi.

Sözleşmeyi onaylamayan ülkelerin gerekçesi

Bazı ülkeler İstanbul Sözleşmesi’ni onaylamadılar. Gerekçe olarak da bu sözleşmenin Avrupa Birliği’nin bir dayatması olduğunu ve aileyi bozduğunu öne sürdüler. Buna itiraz eden ülkelerden Rusya, “partnerler arası şiddet” ifadesi hakkında; “partnerler aynı cinsten olabilir” diyerek, sözleşmeyi kabul etmedi ve karşı çıktı.

Vatikan sözleşmede geçen “toplumsal cinsiyet” ifadesinin, “uluslararası hukukta karşılığı olmayan bir tanım” olduğu gerekçesiyle itiraz etti..

Hırvatistan, bu sözleşmenin eşcinsel evlilikleri legal bir hale getirmeye imkan tanıyacağı, cinsiyet ideolojisi üretmek istediği ve Hıristiyanlık değerlerine aykırı olduğu gerekçesiyle şiddetle karşı çıktı.

Bulgaristan, bu sözleşmenin kendi anayasalarına aykırı olduğuna hükmetti.

Aynı şekilde Ermenistan da, bu sözleşmenin kendi anayasalarıyla çelişeceğini, “kutsal aile” kavramına inananların bu eşcinsel propagandadan hemen kurtulması gerektiğini söyledi.

Ermeni kilisesi de; aile içi her türlü şiddete karşı olduğunu, kadının ve çocuğun korunmasına her zaman destek verdiklerini ama sözleşmedeki “farklı aile” anlayışının kabul edilemez olduğunu ifade edip bu sözleşmenin Hıristiyanlıkla çeliştiğini dile getirdi.

İsveç ve İngiltere’de, bu gibi sâiklerden dolayı sözleşmeye şerh koydular.

Şimdi soruyorum…

Birçok Hristiyan ülkesinin bile kabul edemediği, şerh koyduğu ve “kutsal aile kavramı”nı bozacağına inandığı bu sözleşmenin, acaba manevi değerlere ve geleneksel aile yapısına önem veren bizim toplumumuza, zarar vermekten başka ne faydası olabilir?..

 

6284 Sayılı aileyi koruma kanunu

İstanbul Sözleşmesi hükümleri gözönüne alınarak hazırlanan bu kanun 2012 yılından beri yürürlükte… 6284 sayılı kanun aileyi korumak ve kadınlara yönelik şiddeti önlemek” amacıyla çıkarılmış, fakat istatistiklere baktığımızda, bu kanundan sonra kadınlara şiddetin önlenmesi veya azalması bi yana, kadın cinayetleri her geçen gün daha da artmış ve artmaya da devam ediyor.

Demek ki, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun, bu toplumun yapısına ve dokusuna uymuyor. Zira bu konuda yapılan istatistikler bunu açıkça ortaya koyuyor. Maalesef bu gün, kadına yönelik şiddette gelinen nokta hiç de iç açıcı bir durumda değil. Cinnete sürüklenen aile fertlerini, yıkılan yuvaları, dağılan ocakları; dövülen, şiddete maruz kalan hatta öldürülen kadınları sık sık haber bültenlerinden üzülerek işitir olduk.

Ne yazık ki, günümüzde kadın ve erkek birbirinin tamamlayıcısı değil de, adeta rakibi olarak görülmeye başlandı, hatta birbirine düşman hale geldi. Tabi işin bu raddeye gelmesinde bazı Feminist Grupların da etkisini unutmamak lazım. Zira “kadına şiddet” söylemini maske olarak kullanıp bu bahaneyle feminizm akımını yaymak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Feminizm; kadının erkekle eşit olması gerektiği iddiasıyla erkeği rakibi gibi gören, hatta kadını erkeğe düşman eden bir zihniyettir. Hatta bir adım sonrasında, kadının erkek üzerinde bir üstünlük kurmak isteme, hastalığıdır. İşte bu zihniyette olan bazı platformların da etkisiyle, günümüz toplumunda kadın - erkek arasındaki rekabet algısı öyle bir seviyeye geldi ki, aile huzurunu temin için verilen nasihatlere bile tahammül edilemez oldu. Karı-koca arasında ülfet ve muhabbetin tesisi için iyi niyetle söylenen birtakım sözleri dahi şiddetle eleştiren ve “kadın aşağılanıyor” iddiasıyla ortalığı velveleye veren kompleksli, ezik tipler türedi.

Hatırlayacak olursanız, geçtiğimiz ay Diyanet İşleri Başkanı Ali ERBAŞ, kadın cinayetlerine değinerek;

“Dinimizde kadının canı, onuru ve hakları dokunulmazdır ve emanettir” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Vay sen misin “kadın emanettir” diyen… Kendini bilmez bir grup sosyal medyada kıyameti kopardılar.

“Kadın emanettir” sözünü, kadını aşağılamak olarak algılayan bu sakat anlayış saldırgan bir üslûpla; “sen neyi kime emanet ediyorsun?” “kadın emanet değil insandır.” “biz kimseye emanet değiliz, bireyiz” türünden nutuklar attılar ve salya sümük Diyanet İşleri Başkanı’na saldırdılar, etmedik hakaret ve küfür bırakmadılar. Hatta hızlarını alamadılar  #diyanetkapatılsın diye sosyal medyada tag bile açtılar.

Bu nasıl bir anlayış, bu nasıl bir düşmanlık, bu nasıl saldırgan bir tavır anlamak mümkün değil.. Halbuki “Kadınlar size Allah'ın emanetidir” sözünü söyleyen Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’dir. Veda hutbesinde bunu tüm insanlığa beyan etmiştir. Ve kadın, hepimizi yaratan Allah-u teala’nın emanetidir…

Buradaki “emanet” kelimesi kadını aşağılamak ya da aciz olarak göstermek için değil, bilakis “emanete gözü gibi bakmak, onu el üstünde tutup zarar vermekten kaçınmak, koruyup kollamak” anlamındadır. Zira “emanet” demek “sana ait olamayan” demektir. Dolayısıyla insan, emanet edilen şeye daha çok ihtimam gösterir ve onun zarar görmemesi için azami derecede dikkat eder.

 

Babanın uzun süre evden uzaklaştırılması

İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun kapsamında, kadının en küçük şikayetinde dahi babalar evlerinden en az 1, en fazla 6 ay uzaklaştırılabiliyor. Şikayetçi olan kadın mahkemeye bile gitmeden, polisi araması dahi erkeğin evden uzaklaştırılması için yetiyor. Bu tür şikayetlerde, şiddet uygulandığına dair bir delil veya rapor aranmıyor ve erkeğin görüşüne başvurulmadan karar veriliyor. Çünkü şikayet eden kadının beyanı esas/delil kabul ediliyor.

Fakat “delil aranmadan, tek tarafın beyanı ile evden uzaklaştırma” uygulaması öfke patlamasına, nefrete ve cinnete sebebiyet verip, neticede üzücü vakaların yaşanmasına yol açabiliyor.

Haklı gerekçelerle evden uzaklaştırılan erkekler olduğu gibi, sudan sebeplerle sokağa atılanlar da oluyor. Kendince suçsuz yere evinden uzaklaştırılan, sokakta kalmak zorunda kalan, evine yaklaşamadığı için çocuğuna hasret olan babalar, neticede cinnet geçirip şiddete ve cinayete teşebbüs edebiliyor. Nitekim geçen yıl Denizli’de böyle bir olay yaşanmış ve bu cinayet haberi medyaya da yansımıştı. Şöyle ki:

“Denizli’de, hakkında 6284 sayılı kanun gereğince evinden uzaklaştırma kararı verilen baba, uzun süre yuvasından ve çocuğundan uzak kalınca cinnet geçirdi. Önce eşini, sonra on dört yaşındaki yavrusunu katletti, ardından intihara kalkıştı.”

Aile içinde yaşanan problemleri çözmek yerine babaları evden atmak sorunları çözmüyor, bilakis daha da artırıyor. Nitekim sosyolog ve psikologlar da bu uygulamayı yanlış ve sakıncalı buluyorlar. Çünkü delil ve rapor aranmadan, beyanına dahi başvurulmadan evinden uzaklaştırılan bir babanın aylarca kendi evine girememesi, ailenin yıkımına zemin hazırlıyor.

Maddi imkanı ve gücü olmayan, altı ay gibi uzun bir süre sokaklarda yatmak zorunda kalan bir babanın psikolojisini düşünün... Çocuklarına, yuvasına hatta eşine duyduğu sevgi ve özlem, her geçen gün yerini öfkeye bırakabilir ve bu öfke cinnet geçirmesine ve intikam duygusuna dönüşebilir.

Bununla birlikte, bu durum çocuklar için de psikolojik yönden yıkım sebebi olabilir. Çünkü çocuklar babaya suçlu gözüyle bakıp ondan soğuyabilir. Uzun süre evden uzaklaştırılan babanın aile içinde ve çocuklar üzerinde bir itibarı, kıymet ve saygınlığı kalmayabilir. Bu da aile bağlarının giderek zayıflamasına, neticede yuvanın dağılmasına sebep olabilir.

Şayet kadın şikayetinden pişman olsa, büyükler bu yuvayı kurtaralım diye araya girip onları barıştırmak istese, bu durum suç kapsamına giriyor. Zira sözleşme, arabuluculuğu yasaklıyor. Evinden uzaklaştırılan erkeğin, uzlaşmak için eşiyle bir araya getirilmesi suç kabul ediliyor. Yani bu sözleşme, aile içerisinde yaşanan bir tartışmadan sonra oluşabilecek pişmanlığı önleyip nihayetinde boşanmayı kolaylaştırmış oluyor.

Yapılması gereken; bir anlık sinirle yapılan şikayetlerden sonra oluşan pişmanlık ve barışma isteği gibi durumlar gözden geçirilmeli, arabuluculuğun faydalı olabileceği durumlar toptancı bir yaklaşımla dışlanmamalı, yuvayı kurtarmak adına eşlerin karşılıklı mutabakatı ile uzlaşabilme imkanı bi’ şekilde sağlanmalıdır.

 

Kol kırılır yen içinde kalır

Her ailede elbette bir takım anlaşmazlıklar, bazı küçük tartışmalar yaşanabilir bu çok normaldir. Çünkü bir çift ne kadar uyumlu olursa olsun neticede iki ayrı bireydir. İkisinin de düşünceleri, hobileri, fobileri farklı olabilir. Fakat aile içinde yaşanan en küçük tartışmayı bile karakola ve mahkemeye intikal ettirmek olayların iyice büyümesine, bunun neticesinde yuvaların dağılmasına ve çocukların ortada kalıp mağdur olmasına yol açar.

Bizim geleneğimizde “aile mahremiyeti” diye bir şey vardır. Atalarımız; “Kol kırılır yen içinde kalır” diye boşuna söylememişler. Aile içinde yaşanan birtakım özel durumlar sır olarak kalmalıdır. Eşler arasında meydana gelen birtakım sıkıntılar, problemler mümkün mertebe dışarı intikal ettirilmemeli, tüm bunları eşler kendi arasında sulh ile halletmelidir. Allah-u teala bir âyet-i kerime’sinde:

“…Onlar, sizin (sırlarınızı gizleyen) örtüleriniz, siz de onların örtülerisiniz...” (Bakara süresi: 187) buyurmuştur. Eşler birbirinin elbisesi, örtüsüdür. Elbise, insanı sıcak ve soğuktan koruduğu, ayıplarını örttüğü gibi eşler de birbirinin ayıplarını ve sırlarını örtmeli, namuslarını muhafaza ederek itibarlarını koruyup kollamalıdır.

Şayet eşler arasında yaşanan problem, kendilerinin çözemeyeceği raddeye geldiyse, o zaman aile büyükleri araya girer ve o problemi adilane bir şekilde çözerek karı-koca arasını bulurlar. Nitekim Allah-ü teala şöyle buyurmuştur:

Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar aralarını bulmak isterlerse Allah-u teala (karı-kocayı) aralarında (anlaşmaya) muvaffak kılar. Şüphesiz Allah-u teala her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (Nisa: 35)

 

Eşler, hem dünya, hem de âhiret yolculuğunda birbirinin hayat arkadaşı olduğunu hiç unutmamalı, şu üç günlük dünya hayatında güzelce geçinip karşılıklı sevgi-saygı ve anlayışla evlerini adeta Cennet bahçesine çevirmelidirler.

 

Fi emanillah!